Derin bir kuyuyu andıran gözlerin, kuyunun içindeki su kadar saf değildi.O kuyuda kaybolurdum ama dibini gördüğümde canım yanardı. Hissettiklerim ağır basardı kalbime ve düşüncelerimin ağırlığıyla bir kez daha çökerdi zihnim. Sonunu bilmezdim.
Ben o gün, karların süzüldüğü o gecede, gideceğini bile bile yine sana sığınmıştım. Yine sen de aramıştım benliğimi.
O gece eve bıraktığın zaman, ne güzel öptüğün gelmişti aklıma. Uyumamış, bütün gece onu düşlemiş ve yarın, dudağımın kenarında daima olan gülümseme ile yine sana gelmiştim. O kadar kaybolmuştum ki o anda, bunun bir terk ediliş olduğunu anlamamıştım bile. Yine de öyle emindim ki beni bırakmayacağına, her gün tekrar tekrar yine sana koşmuştum. Yine seni sormuş, yine sen kokan hayallerde kaybolmuştum.
Biliyordum, yanlış giden bir şeyler vardı ama, sen de vardın. O zamanlar, sen her yanlıştan daha doğruydun. Bilmiyordum ki, aslında her yanlışın senden daha doğru olduğunu...
Bir şeyler tüketiyordu benliğimi. Zihnimin kıyılarında biriktirdiğim doğrular teker teker denize açılıyorlar, beraberinde beni de sürüklüyorlardı...
Bugün, yine geldin aklıma. O kadar öfkeliydim ki sana dokunan uzuvlarıma, sen olduğun için değil, sen olmadığın için her geçen gün biraz daha büyüyordu bu öfke. Seni öyle çok seviyordum ki!
Bir insan gözlerine baktığında ne kadar dibe batılabilirdi, bilmiyordum. Ama ben kuyunun dibini kazıyor ve oradaki tahtımı kuruyormuş gibi hissediyordum. Cehennemin en dibinde kül olup, yine de yanmaktan bıkmıyordum.
Her zaman buz gibiydin. Buz gibi olmanın tek yararı, aslında her kar yağdığında seni hissetmemdi. Onun soğuğunda ruhuma dokunman ve her zaman yanımda olduğuna kendimi inandırmamdı.
Sonra sigarayı içerken ki halin geldi aklıma. Gözlerini kısmış, etrafı kısaca süzmüştün. Sırf o gecenin hatırına bırakamayacağına emindim. Çünkü ben de sigara gibiydim.
Her defasında bana kalkan oluyor ama her nefeste yine beni dağıtıyordun. En sonunda yine tüketen sen oluyordun.
İsmim dudaklarından her döküldüğünde, o tınıyı zihnimin arka odalarında saklardım. Şimdi o yerlerde intiharın gölgesini muhafaza ediyordum. Senin dolduramadığın o kuyuyu, intihar ölümcül gölgesiyle dolduruyordum. O kuyuya kendimi bıraksam da dibini göremiyordum.
Yere düştüğümde ölecek miyim, yoksa parçalarımdan tekrar mı kırılacağım? Bilmiyordum. Ben burada öylece, sonumu bekliyordum.
Gençliğimin atıldığı zindanlara ulaşan gözlerim, bana uzanan ellerini görmüyor bile. Zihnimin ötesindeki karanlık odalarda asla yaşamadığım gençliğimden parçalar beliriyor.
Anımsayamıyorum. Kendi zihnime karşı yenilgimi kabulleniyorum yavaş yavaş. Çünkü şimdi, terk ettiğin harabede, çığlıklarımın dinmesini bekliyorum.
Kendimden kilometrelerce uzakta olan kıyıya yine vurmuş, oradaki küçük su kütlesinde yine boğulmuştum. Kaç kere eşiğine geldiğim uçurumdan atlamış, ama hala dibini görememiştim.
Kendi kimliğimden saklanıyordum; çünkü düşerken benliğimi yitirmiş ve vurduğum kıyıda duygularımı kaybetmiştim. Şimdi anlıyorum, aslında asıl kimliğimi hiç bulamamıştım.
O gece ki gibi, yine karlar gökyüzünden süzülürken; sana koşuyorum ansızın. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi, aynı geceyi tekrar yaşıyorum. Biliyorum, aslında kendi ölümüme koşuyorum.
Ama umursamıyorum. Rüzgarın şiddetli tınısını yok sayarak, karlara karışmak için koşuyorum. Her zaman ki dileğimi yerine getirmek için koşuyorum. Benliğimi aramak için; kaybettiklerimi bulmak için koşuyorum. Hiçbir zaman sona ulaşamayacağımı bilsem de koşuyorum. Rüzgara meydan okuyarak; karlara yoldaş olarak koşuyorum.
Tam şu an, ayaklarımın altındaki o karlı toprakta yuvarlanırken; aslında sonumuzun mutlu sonla bitmeyeceğine kendimi inandırıyorum. İnancım ne kadar sağlamsa, zaman o kadar geçiyor.
Aşk romanlarının, yıpranmış sayfalarından dökülen sözcükler, hatırlamanın baştan unutmak olduğunu haykırıyorlar. Her şey unutulmaya mahkumdur.
İnsan anılarıyla yüzleşmeden unutamıyordu. Unutmak istediğinde hatırlıyordu. Aklında her canlandırdığında, tekrar eden her cümle gibi, yine seni yakıp kül ediyordu. Ama bu sefer, küllerinden doğmaya vakit kalmıyor, sen yanarken küller de uçuşuyordu.
Ellerimin üzerindeki kar, tıpkı o geceki gibi keskin ve gerçekti. Hissettiklerim karşıma dikilmiş bana meydan okuyor, bu savaşı çoktan kaybettiğimi fısıldıyorlardı.
Kulaklarımdan giren o fısıltı, içimde kükreyerek, gerçekleri anlamamı sağlıyordu. Gitmiştin, ya da gitmemiştin. Ne var biliyor musun? Aslında sen hiç olmamıştın.
Dudaklarımdan atmosfere yayılan çığlık, benliğime kök salmış ve içimdeki ölen çocuğu dürtmüş, hiç bir zaman dirilmeyeceğini kabullendirmişti. Şimdi soruyorum kendime; sonunun geldiğini bile bile, hala pes etmek yok mu?
Yok!
Eğer seni kabullendiysem, sonların hiç bir anlamı yok. Asıl soru şu.
Ruh ölür mü?
Ağır darbelerin gömüldüğü bir bedende, kalp bile canlı kalamazken, ruh nasıl enkaz olmaz ki?
Sevgiden muaf olduktan sonra ruh, nasıl savaşır tek başına?
Oradaki çukur nasıl dolar?
Ben o kızdım. Yıktığın enkazın altında kalan kız. Senin ellerin titremeden indirdiğin balyozu, öleceğini bile bile kabullenen kız.
Kendi kalbini yok sayıp, senin zehirli kalbini temizlemeye çalışan, her yaptığına koşulsuz boyun eğen kız.
Kayıp ruhunu bulmak için çırpınan; bedenimin kuytularında yankılanan tiz çığlıkları susturmak, hıçkırıklarımı söküp atmak için paramparça olan kız.
Biz olamayınca ben olmak için çabalamış ama asıl benliğimi de kaybetmiştim. Kusurlu kalbimi onarmak, ama her şeye rağmen ayakta durmak istemiştim. Oradan oraya savrulsam da yine sana koşmuş, gerçek huzuru senin kollarında aramıştım.
Kavlayan hislerim dökülse de, yenilemek için yıkılmayı bile göze almıştım. Ama benim masum umutlarla inşa ettiğim evi, sen körelmiş duygularınla darmaduman etmiştin!
Şimdi bakıyorum da, benim tutsak olduğum yalnızlıkta sen bile yokmuşsun!
En başa dönüyorum. Her şeyin başladığı o karlı geceye... Sadece iki cümle ile;
Ruh ölür mü?
Her şeyin bir sonunun olduğu bu dünya da, ruh neden sonsuz olsun?